Felsefeyi tartışanların kendilerini üstün yetenekli kişiler gibi gördüklerine dair çok sayıda izlenim edindim. Felsefecilerin kibri konusundaki düşüncemi başkalarıyla da paylaştım ve tartışmaya değer olduğuna gördüm. Felsefeci entelektüeller, üst insanı oynamanın hazzını yaşıyorlar sürü halk kitleleri karşısında. Kibrin ifşası en çok felsefe öğretimi konusunda yayılıp saçılıyor. Halkın felsefeye karşı tavrını analiz etmekten ziyade halkı yargılamayı tercih ettikleri görülüyor. Bu elit adam ve madamlara göre halk; cahil, bilgisiz ya da düşünemiyor, felsefeye karşı önyargılı ve eleştiriden korkuyor, üstelik ezbere konuşuyor. Yurt dışını görmediği gibi yabancı dil de bilmiyor… Ne Aristoteles okumuş ne Kant… Ne beklenir ki, diye söyleniyorlar.    Uzun süredir, felsefenin ders saati az, deniyor. Liselerde layıkıyla verilmiş gibi, ilkokulun sonlarına da felsefe dersi koyma gayreti var. 50 yıldan fazladır Türkiye’deki başarısız felsefe öğretimine yön vermiş olanlar, 10 yıl felsefe öğretsek uzaya gideriz havasındalar. İnsanın zihninde öz eleştiri ve etikten yoksunluk imgesini çağrıştırıyor bu tutumlar. Burada bir sorun olduğu çok açık: Değil 10 yıl, 100 yıl bu şekilde öğretildikten sonra berbat olmaktan kurtulamayacağımıza eminim. Felsefe öğretmenin, Batılı gibi düşünmeyi öğretmek olduğu zehabından vazgeçmeliyiz. Ders kitaplarının mini felsefe ansiklopedileri gibi olduğunda verimsiz olduklarını gördük. Kitaplarda pedagoji, eğlence ve yerelliği ara da bul, bulabilirsen. Öğrenci ve öğretmenler, acaba bize dair bir şey var mı, diye baktığında elleri boş dönüyor, hevesleri kursaklarında kalıyor. Felsefe diye yapılan saçma sapan tartışmalar da cabası… Olumsuz imajları yüzünden felsefe öğretmenlerinin prestiji, resimcilerle at başı.  Ders saatinin az olduğundan dem vuruluyor. İşi düzeltmeye yönelik her girişimde Milli Eğitim Bakanlığına yükleniliyor. MEB, telli baba gibi, her duaya cevap veriyor, her entelektüel eksikliği müfredata bir ders koymakla giderme alışkanlığına maruz bırakılmış. Sonuçta, fillerden kurtulmak için Timur’a gönderilen Nasrettin Hoca gibi, fillerin sayısında bir artıştan başka bir çıktıya ulaşılmıyor. Göz ardı edilen bir gerçek var: Felsefe hâlihazırda bütün lise türlerinde zorunlu okutulan bir ders. Bunu unutturuyorlar. Haftada iki saat, toplam 72 saat. Her öğrenci lise bitmeden önce, bir dil kursunun 2 kuru kadar felsefe eğitimi görüyor. Motorlu taşıtlar ehliyeti almak için bile kesinlikle daha az eğitim gerekiyor. Bu sayıya psikoloji, sosyoloji, bilgi kuramı, demokrasi ve insan hakları, düşünme eğitimi gibi dersler dâhil değil ayrıca.  Hâlbuki felsefe öğretmenin yolu, çocukları daha fazla saçma sapan felsefe konularıyla meşgul etmekten geçmez.   Felsefe, kendi akademik sorunlarından başını kaldıramıyor ki başkalarına öğretilsin. Felsefe bölümlerinin üniversite yerleştirme sınavındaki başarı sırası çok ama çok gerilerde. OSYM’nin sıralamasına göz atmanız yeterli kimlerin felsefe okuduğuna dair. Felsefeyi tercih edenler, hasbelkader felsefeyi tercih etmiş oluyorlar ya da bir memuriyet amacıyla felsefe öğretmeni olmayı umuyorlar. Bu önemli bir veri, çünkü düşük puan, daha az entelektüel ilgi ve yetenek anlamına gelir. Bunu kimse inkâr edemez. Felsefe bölümlerindeki hocaların kahir ekseriyeti ise bu sınav sisteminde felsefe eğitimi görmüş öğrencilerden oluşuyor bugün. Eğri oturup doğru konuşalım: Üniversite sınavında ilk bine girmiş kaç kişi var bu felsefe hocalarının arasında? Ama burada felsefecileri tartışmıyoruz. Halk, felsefeye karşı önyargılı. Bu doğru. Fakat bu önyargının sebeplerini ortadan kaldırmak gibi entelektüel eğilimin emaresini bile göstermekte çekinceliler. Yahu bu insanlar niye önyargılı bize ve yaptığımız işe karşı, demiyorlar. Muhtemel cevapları her zaman hazır: Cahiller çünkü. Geri kalmışlar, düşünemiyorlar. Vesaire vesaire... Sorunları tespit etmeye yönelik tartışmalar, bir analizden ziyade ideolojik bir yorumdan öteye gitmiyor. Felsefenin bu ülkede pedagojik bir kaygıyla ele alındığına asla şahit olmadım. Elbette bu benim acizliğimdir. İdeoloji, edebiyat, rekabet ve psikoloji arasına sıkışmış durumda felsefe. Bu ülkede yeterince felsefe öğretilmektedir fakat kötü felsefe öğretilmektedir. Kötü felsefe programları, kötü felsefe hocaları ve kötü felsefe kitapları yüzünden… Felsefe öğrettiğimiz insan ve topluma saygı duymazsak ona felsefe satmakta zorlanmamız kaçınılmaz olur. Halka saygı duymanın yolu, onun sorunları ve düşünce dünyasına yönelmekten, halkı tahkir ve tezyif etmemekten, karşılıklı bir kabullenişten geçer. Felsefeye karşı ilgisizlik üzerine konuşmaya hakkı olanların, felsefe öğretimi üzerine kafa yormuş olmasını beklersiniz. Heyhat, ne gezer. Heidegger, Sartre, Kant, Aristoteles gibi dehaları çalışmış, yazdıkları doktora tezlerinden sonra derin detayler arasında kaybolmuş, derin akademik tartışmaların gizli cazibesine kendilerini kaptırmış olanlar konuşuyor (Burada özel olarak kimse yok zihnimin arka planında). Yabancı bir terminoloji ve kısa top sakalla nefes alan derin entelektüel bir havada; zamanın ardışıklığı, apriori formlar, aşkınlığı, özdeşlik ve ayrım, madde ve form, sezgi ve yargı gücünü tartışıyorlar. Kimin gibi tartışıyorlar? Felsefeyi, özel bir düşünme biçimi olarak Batılılar icat ettiler. Kendilerinden önce bu alanda yazmış Batılı filozoflar gibi tartışmaya çalışıyorlar. Ben tartışıyorlar diyeyim, siz acaba deyin! Felsefeye orijinal bir katkımız yok hiçbirimizin. İbni Sina ve Farabi’yle idare edip gidiyoruz. “Felsefenin Serüveni”, “Sofinin Dünyası”, “Yeni Başlayanlar İçin Felsefe”, “Çizgiler Felsefe” ya da “Felsefe Kitabı” gibi yeni başlayanlara felsefeye karşı bir sempati uyandıracak eserler vermedik, daha kötüsü vermeyi de düşünmüyoruz. Felsefeci entelektüeller; felsefe öğrettikleri, maaş aldıkları, statü kazandıkları, kürsü sahibi oldukları toplumun temel sorunlarına kafa yormuyorlar ya da daha az kafa yoruyorlar. Töre, zina, yoksuzluk, iktidar, ayrımcılık, devlet, sadakat, Müslümanlık dini, arkadaşlık, fedakârlık, savaş, Doğulu olma, ezilmişlik, köylülük, şehirlilik vesaire üzerine, dünyevilik, erkekler, idealler gibi insanları meşgul eden konu ve kavramlar üzerine yazıp çizmeyi zül görüyor olmalılar. Yazıp çizenler ya deneme yazmaktan öteye geçmeyi zaman kaybı gibi görüyor, ya onların çalışmalarına akademide atıf yapılmıyor ya da anlaşılmaz bir terminolojiyle başka kültürel miraslara sesleniyorlar. Ha, bir de Türkçe metinlere atıf yapmama hastalığı var ki o konuyu hiç açmayalım. Daha fazla bilimsellik neredeyse daha fazla yabancı esere atıf anlamına geliyor. Fark edilmiyor ama bu, kendi kültürel varlığımızdan istifade etmeyi geciktiren bir dezavantaj aslında. Demiyoruz ki yahu, onlar kendi insani ve toplumsal sorunlarını felsefi biçimde ele alıyorlar, bizimkileri değil. Biz niye onların sorunlarını öğrenmekle zaman kaybediyoruz? Gidip onları çözecek değiliz ya! Zaten sürekli değişiyor toplumsal durumlar. Doğu toplumlarıyla Batı toplumları arasında her konuda paradigma farkı var. Bizim filozof entelektüeller, kendi toplumlarına yabancılaşıyorlar. Dil sorunun aşmak için doktora sonrasına kadar çalışıp çabalıyorlar fakat kendi dillerindeki Arapça, Osmanlıca ve Farsça sözcüklere yabancılıklarını gidermeye çalışmıyorlar. Halkın ekseriyetinin hayatlarına yön veren Kuran ve Hadis kitaplarına ya da halk bilgeliğiyle dolu eserlere karşı çoğunlukla ilgisizler, onları okuma gereği bile duymuyorlar. Felsefe bölümlerinde din üzerine çalışılacaksa bile Hıristiyanlık ve diğer tanrısız dinleri araştırma tercih ediliyor. Halkın, filozofların bu ilgisizliğe ve yabancılığa karşı tepkisinin oldukça sert ve de acımasız olduğunu ifade etmeliyim: Din düşmanlığı ve inançsızlık olarak nitelendiriyorlar. Fiili bir karşılıklı suçlama durumu var ortada. Onlar da halkın kendilerine karşı bakış açısındaki umursamazlığın ve reddiyenin farkındalar. Fakat halkın bu ithamını, “cahilin gülünç durumu” olarak değerlendirerek hem geçiştiriyor hem de küçümsüyorlar. Böylece birçoğu, halktan gelen geri bildirimi hesaba katmayan bir sistemi sürdürmeyi tercih etti. Sayıları başlangıçta daha fazla olan ateist veya seküler felsefe hocaları, Anadolu’dan gelen gençlerin inançlarını sorgulatmanın felsefenin birinci görevi olduğuna yönelik kuvvetli bir inançla derslere girdiler, giriyorlar. Öğrenciler için felsefe dersleri, kafa yeme seanslarına dönüşüyor. Batılıların tartıştığı şeyleri tartışabilmenin felsefe yapmak olduğuna yönelik kesin inançlarını ise sorgulama gereği duyduklarına hiç mi hiç şahit olmadım. Derslerde muhafazakârlık, dindarlık, geleneklerine bağlılık gibi durumları, felsefe yapmak için terk edilmesi gereken ilk şartmış gibi hissettiriyorlar. Üzerine doktora tezleri yazdıkları düşünürlerin kullandıkları yoğun Hristiyanlık terminolojisi onları rahatsız etmezken öğrencilerinin yazdığı metinlerdeki dini terminolojiye, halk bilgeliğine dair rivayetlere, Osmanlıca ve Arapça takı ve tamlamalara, tam anlamıyla “kıl oluyorlar”. Halkın bunlardan haber yok sanıyorlar, halkın gafil olduğunu sanıyorlar. İnsanlar, bizim yıllardır tanık olduğumuz bu tavrı sezmiyor mu? Acaba bu halkın düşünen beyinlerine iltifat etmemesi, onları akademideki daracık odalarına, üç beş felsefe öğrencisinin katıldığı seminerlere hapsetmesi, hiç kimsenin umurunda olmayan hacimli kitaplar arasında ölmeye terk etmesi bu yüzden olabilir mi? Uzun lafın kısası: Halkın felsefeyle arasını düzelmenin yolu, felsefecilerin halkla arasını düzeltmelerinden geçiyor. Şevki Işıklı