2002 yılında, tam 15 yıl önce tanışmıştık. Liseyi yeni bitirmiş, ayaklarımız yerden kesilmiş, adeta yere basamıyorduk. Zorlu, stresli bir üniversite hazırlık süreci bizi bekliyordu. Bu stresli süreçte destek almak adına Mardin’in en önemli dershanelerinden birine kaydımızı yaptırmıştık. Sınıflar belirlenmesi adına seviye tespit denemesi yapılıyordu… Dershanenin ilk günü, ilk sınavıydı. Önümde deneme soruları çözerken yanımda oturan şahsın adını merak etmiştim. Dönüp baktığımda adaşım olduğunu görünce garipsemiştim. O yaşıma kadar dünyada bir ve tek olduğumu zannediyordum. Benle aynı isimde birine denk gelmek, hem şaşırtmış hem mutlu etmiş hem de “kim bu çocuk acaba?” diye merak uyandırmıştı. İşin ilginci, aynı sınfa düşmüştük… Aynı masayı, aynı sırayı paylaşalım derken, bir çok şeyi paylaştık; ekmeğimizi, suyumuzu, yemeğimizi, dualarımızı paylaştık. Hatta anne ve babalarımızı da paylaştık; anne babası benim annem babam oldu, ellerini öptüm, anne ve babam annesi babası oldu, el öptü. Birbirimize artık ismen hitap etmek ortadan kalkmış, yerine “kardeşim” ifadesi gelmişti. Bu kardeşlik bağımız o kadar pekişmişti ki, birbirinden uzak farklı şehirlerde yaşamış olmamız nedeni ile 15 yıl ayrı düşmüş birbirimizi görmemiş olmamıza rağmen 15 yılın ardından yolumuz Ankara’da kesişmiş birbirimize kavuşmuştuk. Dile kolay tam 15 yıl… Birbirimizi gördüğümüz an öyle birbirimize sarıldık, kucaklaştık ki; kalpler yerinden fırlayacak kadar heyecanlı, gözyaşları mutluluktan sel olup akacak kadar coşkundu. Kez be kez kucaklaştık, hasret giderdik.   15 yıldır yolu hiç kesişmeyen iki kardeş olarak, bunca zamanın bana öğrettikleri oldu: Özkan’ımı, kardeşimi, can dostumu çok daha iyi tanımış oldum. Özkan’ım,  nerede, ne zaman, nasıl konuşmasını iyi bildiği kadar,  konuşanı dinlemesini de en az o kadar iyi bilen bir arkadaştı. Üslubu, nezaketi, hoşgörüyü, medeniyeti davranışlarıyla şahsında yaşatan, ince ruhlu bir dostumdu. İyi bir sırdaş, teşvik edici bir yoldaş, cana yakın bir arkadaş, vazifesini hakkıyla ifa eden bir meslek sahibiydi. rnMuhabbet ehli biriydi, kalpten konuşurdu; ses tonu, seçtiği kelimeler, bakışları, yüreğinden dökülen sıcak kelimeler etrafındaki insanları o kadar çok etkiler, ruhunu okşardı ki; onu gören dostları sohbetinde bulunmak, ondan faydalanmak, birkaç kelime de olsa onunla sohbet etmek, iletişime geçmek için can atarlardı. Etrafındaki insanların mutlu olduğunu gördükçe, onların mutluluğu ile mutlu olan biriydi. Kolay kolay azmini, şevkini kırmayan, imkansızlıklar içerisinde de olsa var olmaya ve hedeflediği rotaya doğru yol almaya çalışan, öngörü sahibi, entelektüel bir insandı, o. Entelektüel bir insan, arkadaşını entelektüel yapmayı başarabilmiş, entelektüel eğitim kitabının yazarını ortaya çıkarmıştı: Bir Özkan, bir Özkan’ı var etmişti. Güneşin her gün doğuşunda kurda kuzuya, dağa ovaya, bayır bahçeye aydınlığı ile selam verdiği gibi, o da gördüğü her arkadaşından, eşinden dostundan merhabasını eksik etmez, onlarla sıkı ve samimi bir iletişim içerisinde olurdu. Bu yönüyle, girdiği her ortamda bir güneş gibi doğar, bir yıldız gibi parlardı. Tatlı misillemeler ile şakalaşmayı seven, yeri geldiğinde de ciddiyetini bir o kadar muhafaza etmeyi bilen, espritüel, nabza göre, adamına göre şerbet veren bir davranışçı eğitim pedagogu gibiydi adeta. Lord Avebury’un; “Güneşin çiçekleri renklendirmesi gibi, sanatta, hayata renk katar” diye bir sözü var. İşte Özkan’ım da Lord’un bahsini ettiği güneş gibi bir dosttu; girdiği her ortama bir çiçeğin renk katması gibi renk katar, neşe katar, hoş bir sohbet katardı. 15 yıl az bir süre değildi. Çiçekler solmaya doğru gidiyor, renkler zayıflıyor, muhabbet azalıyordu ki, ince ruhlu kardeşim, Özkan’ım doğum günümde çıkıvermişti karşıma.  Hani bir söz var ya; güneşi yeterince görmek isteyen bir kişi, güneş tutulmasının olduğu günü kollarmış. Bazı dostlar, bazı dostluklar da güneş gibi işte, varlıkları o kadar aydınlatıcı ki, bakamaz, yanında duramaz, sohbet edemezsiniz. Ona bakmak, görmek, sohbet edebilmek için güneşin tutulduğu bir anı beklersiniz. İşte o an, güneşin kalitesini de net bir şekilde çıplak bir göz ile görebildiğiniz andır. Güneş gibi bir arkadaş, bir dosttu. Seneca, Güneş olmazsan yıldız ol, ama gökteki en parlak yıldız sen ol, der. Bir güneş tek başına tüm dünyayı aydınlattığı için, gökyüzüne iki güneş çok fazla gelir, tek bir güneş bulunur orada. O yüzden ben güneş olmayı pek beceremiyorum, güneş misali dostlarım var iken. Güneş olmayı beceremezsem de, şunu çok iyi biliyorum ki, gökyüzünde en iyi parlayan yıldızlardan biri olabilirim. Bunu becerebilirim en azından. Özkan adında bir güneş tanıdım, Özkan adında bir yıldız olacağım… İşte, bu yazı da, güneş gibi olan bir dosta, yıldız olma gayret ve çabasıdır.rn  [email protected]