Hayallerime takılı kornişlerde salınıyor perdeler artık kaç perde sonra veda edecekse mim sanatçısı seyircilerine elbet hiç olmadığım kadar mimlendiğim üstü örtülü hayatımdan sıçrayan kıvılcımlar ve az sonra tası tarağı toplayıp firar edeceğim kendimden.
Bir düş’ ün minvalinde bir düşünün bakalım:
Kaç perde daha çekilecek ölü iklimin üstüne.
Yazmaya kafayı taktığım o ilk günden beri perde perde yükseliyor iç sesim az evvel gök gürledi ve yağmur beklerken lapa lapa kar yağmaya başladı bu da yetmezmiş gibi başım fırfır dönmekte belli ki dünyanın dönüşüne odaklandım belki de dünyadır bana ayak uyduran.
Bir nida içimi gıdıklayan oysaki ölüm sessizliğinde sokak hafta sonu olmasına rağmen.
Şüphe yok birazdan kapanacak barlar ve kafe başlığında gündüz hizmet veren bu izbe mekânlar nasıl da leke düşürüyor kaliteli semtimizin üstüne. Ola ki birileri okusun bu cümleyi nasıl da topa tutacaklar ne de olsa özgürlüğün yaşandığı bir mekân bir semt adı iken yaşadığım muhit hiç de şık durmuyor yoldan geçen berduşlar elbet seçilesi bir şıktan çok öte insanların istediğini yapma özgürlüğü.
Perdeler uçuşuyor.
Yürekte saklı nüktedan bir derviş ve asılı kaldığım gök kubbe bakın nasıl da usulca yağmakta kar taneleri.
Bir içimlik bir şiir yazmanın da tam zamanı gerçi güne eşlik eden bir ya da iki şiir iken yazdığım önceme bakıyorum da…
Hani şiir ile tanışıklığımın olmaz iken hayatım son on senenin haricinde ne şiir okuduğum ne de yazmak aklımdan dahi geçmezken.
İçimdeki mim sanatçısı dürtüklerken aklımı ve ben isyan bayrağımı sallayıp taarruza geçmişken…
Eh, be kızım: şiirsiz geçmiş hayatın şiirin merkezi olduğunu hiç mi fark etmez insan? Misal…
Bankadaki masamdayım ve tüm işlemleri tek kalemde halletmişken ve müdürümden daha fazla iş vermesini talep ederken gözüm nasıl da dalıp gitmekte bankaya komşu olan okulun bahçesine:
Esintisi yüreğin benim aklım öğretmenlikte iken bankanın sıkıcı atmosferinde bile romantik bir akım yakalamışken…
Hafiften çalan bir müzik artık kaçıncı senfonisi ise Mozart’ın ve aklımı peynir ekmekle yediğimden olsa gerek iş çıkışı uğrayacağım yerler var elbet yeniden iş arayışında olduğum.
Nereye ait olduğumu kestiremezken ışıklar yanıyor karanlık çökmüş erkenden ve yanımızdaki okulun öğrencileri tören için bahçede toplanmışlar:
‘’Öğretmenim, sınavı ertelesek olur mu? Daha fazla pratik yapsak?’’
Bunu söyleyen kim ki?
Öncesinde benim elbet ne de olsa lisedeki gönüllü benim ne zamanki sınıfla karara varsak tüm şirinliğimle öğretmenimizden talep ettiğimiz ve en ön saftayım…
Ve seneler sonra öğretmen kürsüsünde bu sefer ben olmalıyım sınavı erteleyecek öğretmen…
Derken birisi omzumu dürtüyor:
‘’Pişt, pişt, Gülüm nerelere daldın yine?’’
Ah, evet, canım iç yönetmenim belli ki Sevda Hanım bendeki durgunluğu fark etmiş:
‘’Bu gün yapılacak her işi layığıyla yaptın. Sen erken çık bu akşam malum evin çok uzakta. Ya da bekle bin servise.’’
Hangi ambiyans bu?
Hangi Gülüm?
Hangi mesleğin müdaviyim ben?
Öğrenci.
Hayır, öğretmen.
Hayır, bankacı.
Hayır, hiçbir şey.
Hiç kimse olmadığım kadar herkese asla öykünmediğim ve işte lapa lapa kar yağıyor yıllar sonra…
Onca zaman bir baltaya sap olamadığım oysaki ne çok fırsat sunmuştu bana Yaratan ve hepsini tepip de şimdilere tepinen iç sesim ve bana sunulan hayatı zaten şiir bellemişken ve ilk tanışıklığım şiirle:
Cemal Süreya’nın kalemi ile tanışıp şiire ansızın âşık olduğum.
İyi de analitik zekâya sahip iken bir insan nereden bilsin aslında şiirin kıyısında yürüyüp şiirlerin enginliğinde yüzdüğünü?
Az evvel tansiyonumu ölçtüm: sıkıntı yok gibi…
Peki, nedir bu baş dönmesi?
Telefon çalıyor ve kardeşimin sesi pekiyi gelmiyor.
Sonunda o da nasiplendi ya covit denen virüsten…
Annemse ikimizin arasında kalmışken laf yetiştirmeye çalışıyor bize bir bir.
Bense artık aklımın hangi sahnesinde hangi delikte sıkıştım da ne mi düşünüyorum?
Hayatın ritmini…
Huysuzluğumu misal.
İyi bir kalbim olsa bile o kalbimin kendim için iyi şeyler söylemediği ki ne zaman kendime iyi davrandım ki?
Ne zaman kendimi doya doya sevdim ki?
Sevilmeyi filan da talep etmiyorum artık ve…
Ne yazık ki pembe yalandan ibaret benim aklımdan geçmeyen ama sevmek gibisi de yok hani: ah, biraz da sevildi mi insan…
Olmaz mı beni seven?
En başta Rabbim seviyor beni yoksa çoktan dünya değiştirmiştim bu güne kadar kendime yaptığım eziyetle bir de meziyet bildiğim.
Perdeyi kapatıyorum ne de olsa ışıklar yandığında asla haz etmem dışarıya görünmeyi. İnsanlar zaten her şeye burnunu sokup bol bol da laf üretirken.
Dünya kışa teslim olmuş virüse ise çoktan ve ben geri cephede savaşıyorum kendimi hayli soyutladığım bir hayatın güncesi ve duygularım sayesinde seyyahı iken evrenin ve düş gücümle yaptığım seyahatlerim.
Gerçekler.
Gerekçeleri.
Hayaller.
Hayal gücüme asılı şiirler aklımın uçuşan ipuçlarında saklı kuşlar ve benim tüm derdim kendimle ama gerçek olan başka şeyler de var ve hayalini kurduğum kar sonunda geldi kondu tepeye ve sabaha kadar kim bilir ne kadar yağacak?
Sabah ezanı zaten en sevdiğim zaman dilimi bir de akşamüstleri.
Uyku denen martavalla aram limoni iken.
Ve şiirler…
Konduğum en yüksek dal ne zaman düşsem elimden tutan Rabbim ve annem ve sevdiğim bir sürü insan ama asla söylemem yüzlerine sadece dualarımda da saklı tutmam hep güzellikler dilerim onlar için aslında herkes için.
Kar çok mu yağmalı?
Bunu Allah bilir ama üşüyecek ve yakacağı olmayan insanları düşündüm mü…
Birbirine dahi dokunmadan yere inan kar taneleri çok mu üşütür sahi gerçi kar yağdı mı soğuk kırılır der ya, büyüklerimiz…
Perdeyi açıyorum ve karşı bahçede harika bir doğa görüntüsü:
Kar bu kadar mı yakışır doğaya ve İstanbul’a?
Ve şiir bu kadar mı yakışır hayata?